1 Mart 2008 Cumartesi

Çam Ağacı

Zamanlardan eski zamanlarda, büyük bir ormanda bir çam ağacı varmış. Hani şu yaprakları diken diken olan ama güzel kokan çamdan. Yalnız bu çam ağacı halinden hiç memnun değilmiş. “Öteki ağaçların ne güzel kocaman kocaman yaprakları var. Benimkiler ise diken diken, kuşlar bile konmaya korkar,” diyormuş. Öteki ağaçlardan bir ayrıcalığım olsa ormandaki ağaçlar ve hayvanlar beni fark etseler ne iyi olur.” Masal bu ya Orman Perisi ağacın isteğini duymuş. Gelmiş sormuş, “Söyle bakalım nasıl yapraklar istersin?” demiş. Çam ağacı da, “Ah! Şöyle pırıl pırıl parlasın, cam gibi parlak olsun. Uzaklardan görülsün.” Demiş. Peri değneğini oynatmış ve bizim çam baştan aşağı kristal yapraklarla donanmış. Işıl ışıl olmuş bir anda. Çevredekiler hayran kalmışlar. Ağacın keyfine diyecek yokmuş, ama uzun sürmemiş bu keyif. Bir gece fırtına çıkmış.Rüzgarın şiddeti ile birbirine çarpan yaprakların hepsi kırılmış. Tabii o yılı öyle yapraksız geçirmiş ağaç. Ertesi yıl peri yine gelmiş. Olanları görünce bu kez gümüşten yapraklar vermiş ağaca. Ağaç gene pırıl pırıl olmuş herkes ona imreniyormuş. Ama gümüşten yaprağı olduğunu duyan gelmiş bir yaprak almış. Kısa zamanda ağaç gene çıplak kalmış. Üçüncü gelişinde ağaç, Periye, “Ne olur yapraklarım gerçek yaprağa benzesin ama güzel koksun.” Demiş. Peri de bir koku vermiş çama, ormanın taa öteki ucundan duyulmuş. Keçiler, kuşlar hepsi almış kokuyu. Gelip yemişler bu güzel kokulu yaprakları. Gene yapraksız geçirmiş koca kışı bizim çam ağacı. Ağaç sonunda gösterişten vazgeçmiş. Periye son kez yalvarmış. Eski yapraklarını istemiş. “Diken diken olsunlar ama üstümde dursunlar,” demiş. Peri de sihirli değneğini sallamış ve eski yapraklarını vermiş. Ama çamın son dileğini tam olarak vermiş. “Çamın yaprakları hep üstünde kalacak.” Demiş. O gün bugün de çamlar yapraklarını dökmeden kışı geçirirler.

23 Şubat 2008 Cumartesi

Karıncacık

Toprak yatağından uyanan yavru karıncacık üstünü giyindikten sonra, ağaçlar arasında gezinmeye çıktı. Yavru karıncayı herkes tanıyordu. Karıncacık küçücük olmasına karşın, tanıdıklarıyla uzun uzun söyleşirdi. Bilmediği şeyleri tanıdıklarına sorardı. Karıncacık ağaçların arasından geçerek çayırdaki otların ve çiçeklerin arasında gezinmek istiyordu. Otların üzerindeki çiylerden yıkanmak, renk renk çiçekler arasında gezinip yeni yeni arkadaşlar edinmek, yeni edindiği arkadaşlarıyla oynamak düşü kurmuştu uyku arasında. Yanında geçmekte olduğu büyük bir ağacın dalları arasından gelen sesle başını yukarı kaldırdı. Sesin sahibini aradı bir zaman. “Hey nereye böyle? Sabah sabah bir günaydın yok mu?” Sonunda sesin sahibini buldu. Kendisiyle sürekli sohbet eden yaşlı serçeydi. İlk anda tanıyamadı, ama yanıtlamaktan da gecikmedi. “Nereye olacak akıllım!.. Çayıra doğru gitmek niyetindeyim.” dedi. Serçe: “Sabah sabah, çayırda ne işin var? Aç mısın? Açıkta mısın?” dedi. Karıncacık: “Ne açım ne de açıktayım. Gezip güzellikler görmek istiyorum. Çiçekler bir güzel açmışlardır şimdi. Çiçekleri sevip okşamak hoşuma gidiyor.” dedi. Serçe: “Ama çayır çok uzaklarda. Yorulup yollarda kalmayasın sonra,” diyerek kanatlarıyla gözlüklerinin camlarını sildi. Karıncacık: “Ooo!.. Güle güle kullan, kendine gözlük almışsın,”deyince. Serçe: “Evet aldım ya!.. Mecbur kalmasaydım almazdım. Eğer gözlerimde gözlük olmasaydı seni göremeyecektim. Bunun benim için ne demek olduğunu bilir misin? Gözlükler sayesinde dostlarımı görüp sohbet edebiliyorum.” dedi. Karıncacık serçeye acıdı… Üzüntüsü arasında: “Peki her şeyi rahatlıkla görebiliyor musun?” “Evet eskisinden çok çok iyi görüyorum. Dönüşte zamanın olursa, bana uğra da sohbet edelim ha ne dersin?” Karıncacık: “Elbette, neden olmasın. Uğrarım tabi. Gördüklerimi de bir bir anlatırım.” Serçe: “Tamam anlaştık. Haydin uğur ola, kendine iyi bak,” diyerek kanatlarını sallayarak karıncacığa “güle güle” dedi. Karıncacık az ilerde kendisine rüzgârın oğlu adını verdiği kertenkeleyi gördü. Oda sabah erkenden dışarı çıkmıştı. Kertenkele karıncacığı görünce: “Nereye böyle karıncacık, hem de bir başına,” dedi. Karıncacık: “Çayıra!..” dedi. “Yeni yeni çiçekler arasında gezmek istiyorum. Yol biraz uzun olduğu için erkenden çıktım.” Kertenkele: “Bende o tarafa gidiyorum. Haydi atla sırtıma bakayım. İşin çabuk biterse dönerken de seni alırım.” dedi. Karıncacık, “Teşekkür ederim,” diyerek tırmandı kertenkelenin sırtına, elbiselerini sıkıca iki eliyle kavradı. Kertenkele: “Tamam mı? Sıkı tutun, düşmeyesin sakın.” Karıncacık: “Tamam” deyince, kertenkele rüzgar gibi otlar ve ağaç yaprakları arasından rüzgâr gibi geçti. Bir solukta çayıra vardı. Karıncacık göz açıp kapatıncaya kadar kendisini çayırda bulmuştu. Kertenkeleye “teşekkür ederim,” diyerek, yere atladı. Kertenkele: “Aklında olsun üç saat sonra burada olursan seni ***ürürüm. İşlerini çabuk bitirmeye bak.” “Çok çok teşekkür ederim. Dediğin saatte burada olmaya çalışırım,” diyerek, yürümeye başladı karıncacık. Biraz sonra kendisini bir çiçek tarlasında buldu. Çiçekler iç içe sarmaş dolaştılar. Öbek öbek sarmışlardı her tarafı, mis gibi kokularıyla dillerini güneşe uzatarak solumaktaydılar. Çeşit çeşit arılar, böcekler, çiçekler arasında dolaşıyorlardı. Bir Pazar yeri kalabalığı gibiydi çiçeklerin arası. Toprağın, otların dalları, çiçeklerin yaprakları renk renk çiçek tozlarıyla bezenmişti. Kehribar Kafkas bal arıları ayaklarına doladıkları çiçeklerin poleniyle benek benek, rengarenklerdi. Karıncacık çiçek tozlarının kokusuyla sarhoş oldu sanki. Kimi tanıdıklarıyla merhabalaştı, kimileriyle uzun uzun söyleşti. İçi sevinç doluydu. Doğayı ve yeşillikleri ne de çok seviyordu. Her şey sevecen, hiç kimse kimseye bağırıp çağırmıyor, herkes işiyle ilgileniyordu. Tanıdıklarıyla sohbet ede ede dere kenarına kadar varmıştı. Yorulduğu için yeni filiz süren çiğdemin yaprağı gölgesinde uzanıp yorgunluk giderdi. Düşlere daldı. O kadar güzel düşlerdi ki inanası gelmiyordu. Bir ara gök yüzündeki beyaz bulutların üstünde sevdikleriyle koşup oynadı. Halay çekti. Saklambaç oynadı. Bir iki kurbağanın deredeki suya “cılp” diye atlamalarıyla daldığı düşten uyandı. Çevresine bakındı. Çiçeklerden hayli uzaklaşmıştı. Kimi kurbağalar geniş yapraklı otlar arasında pusuya yatmışlardı, otların arasında dillerini uzatmış, sinekleri yakalamaya çalışıyorlardı. Oldum olası fırsatçılara kızıyordu karıncacık… Kurbağalar kimi akrabalarını da öyle yakalamışlardı. Bir var ki çabuk farkına varmıştı. Yoksa kendisinin de yakalandığı gün olurdu. Annesi her fırsatta kurbağalardan uzak durmasını tembihlemişti zaman zaman. Hemen çabucak kalktı yattığı yerden. Saatine baktı. Geç kalmaması için, kertenkele ile buluşması gerektiği yere hızlı hızlı yürüdü. Durağa vardı. Biraz sonra kertenkele de çıka geldi. Nefes nefeseydi. Rengi küle kesmişti. Karıncacık: “Ne oldu? Nefes nefese kalmışsın?” deyince. Kertenkele: “Hiç sorma az daha karga beni kapıyordu. Çok korktum. Sana söz vermeseydim. Belki de sonum olurdu. Durup saatime bakarken duyduğum seslerle fark ettim. Karganın beni yakalamak istediğini!..” dedi. Karıncacık: “Geçmiş olsun, üzüldüm şimdi.” dedi. Kertenkele: “Hiç sorma, az daha kargaya postu deldirecektik. Ama boş ver üzülmene gerek yok artık. Bak buradayım işte. Haydi atla, bir an önce gidelim buradan,” dedi. İkisi birden hızlıca ayrıldılar çayırdan. Gün batmak üzereydi. İhtiyar serçe halen ağacın dalları arasında karıncacığı bekliyordu. Karıncacık ihtiyar serçeye seslenerek: “Geç kaldım annem merak içindedir. Yarın gelir uzun uzun söyleşiriz,” deyince. İhtiyar serçe: “Tamam anlaştık. Anneni bekletmen doğru olmaz. Annene selamımı söylemeyi unutma. Ha karıncacık söyle annen de bir gün bana misafirliğe gelsin.” Karıncacık: “Tamam söylerim. Hoşça kal, kendine iyi bak.” dedi. Karıncacığın annesi kapıda kendisini bekliyordu. Koşarak annesinin boynuna sarıldı. Taki Akkuş

15 Şubat 2008 Cuma

Kınalı Kuzu

Kırlardaki çiçeklerin arasında küçük kınalı kuzu hoplaya zıplaya oynuyordu. Beyaz tüyleri pırıl pırıl; iki gözünün çevresinde siyah siyah beneklerle şirin mi şirin küçük bir kuzu. Kulaklarından birisi siyah birisi de mor, çenesinin altında kulaklarının tam hizasında iki tane küpesi sallanmaktaydı. Başını oynatınca küpeleri bir o yana bir bu yana sallanıp duruyorlardı. Zaman zaman otların arasındaki çiçekleri koklarken küpelere dokunan uzun otlarla gıdıklandığı için hoplayıp zıplayarak dolaşıyordu. Oraya buraya hoplaya zıplaya koşarken iyice yorulmuş ve susamıştı. Birden aşağıdaki dereyi gördü. Deredeki su şırıl şırıl akmaktaydı. Suyun kıyısında çiçekler renk renk dillerini güneşe uzatmış solumaktalardı. Kınalı Kuzu bir solukta dereye vardı. Bir anda şaşırdı. Çiçekler arasındaki kelebeklere, arılara ve vızıldayarak uçuşan sineklere hayranlıkla baktı. Derenin karşı kıyısında Zıp Zıp kurbağa "vırak vırak" sesiyle Kınalı Kuzu’yla konuşmaya başladı. “Hey yabancı hoş geldin. Kimsin sen. Tek başına buralarda dolaşmaktan korkmuyor musun?” Kınalı kuzu; “hoş bulduk akıllım neden korkacak mışım? Bu güzelim havada, çiçekler arasında hiç korkulur mu? Çok susadım, biraz su içtikten sonra seninle biraz sohbet edelim olur mu?” Zıp Zıp kurbağa; “Senle ne sohbet edeceğim ki, sen benim sorduklarıma yanıt verebilecek misin bakalım?” “Her şeyi bilecek değilim ya akıllım. Ben yeni yeni öğrenmeye başladım. Bilmediklerimi senden öğrenirim. Senin bilmediklerini de başkalarından öğrenirim. Bekle biraz, suyumu bir içeyim. Susuzluktan ağzım dilim kurudu.” Rahatlıkla su içebileceği bir yer aradı kınalı kuzu. Aaa o da ne küçücük bir gölette su döne döne akıyordu. Gölcük çevresindeki çiçeklerin görüntüsü suda yansıyordu. Manzara o kadar güzeldi ki, Kınalı Kuzu suya doğru eğilirken, birden geriye doğru zıpladı. Suyun içinde kendisine tıpa tıp benzeyen biri vardı. Heyecanla başını yavaş yavaş uzatıp yeniden baktı. Suyun içindeki kuzuda başını yavaş yavaş uzatıp Kınalı Kuzu’ya bakıyordu. Kınalı Kuzu cesaretini toplayarak biraz daha yaklaştı. Suya yaklaşınca suyun içindeki kuzuda ona yaklaşıyordu. Zıp Zıp kurbağada kahkahalarla gülerek Kınalı kuzu’ya bakıyordu. Daha fazla dayanamayarak: -Bak gördün mü birde korkmam diyordun. Kendinden bile korkmaya başladın kınalı. Kınalı Kuzu; -Ben kendimden değil, suyun içindeki bana tıpa tıp benzeyenden irkildim birden. İrkilmek korku mu peki. -Elbette akıllım insan korktuğundan irkilir. Sen de çok acemisin biliyor musun? Suyun içinde gördüğün sensin sen Kınalı. -Aaaaaa! Ben miyim. O da nasıl oluyor öyle ben buradayım, suyun içinde ne işim var. -Bak akıllım suyun kıyısındaki çiçeklere güllere bak; onlarda suyun içinde baş aşağı duruyorlar, tıpkı senin gibi onların görüntüsü de suya yansımış. Şimdi beni iyice izle de bak, diyerek zıpladığı gibi “cılp” daldı suyun içine. Su o kadar temizdi ki Zıp Zıp kurbağanın suya dalmasıyla dalgacıklar oluştu. Biraz suyun içinden yüzdükten sonra, suyun yüzeyine çıkıp Kınalı Kuzu’ya; -Korkmana gerek yok suyu içebilirsin rahatlıkla. Bak benden başka kimsecikler yok içinde. -Teşekkür ederim, dedi, Kınalı Kuzu. Kınalı Kuzu yinede korkuyordu. Ne olur ne olmaz diyerek suya çekine çekine yaklaştı. İki ön ayağını yana açarak başını suya doğru uzattı. Dudakları buz gibi soğuk suya dokunur dokunmaz zıplayarak geri çekti. -Zıp Zıp Kurbağa; ne oldu yine, neden zıpladın. -Ne yapayım akıllım su çok soğuk, dişlerim sızladı. Küpelerimde ıslanınca çekilmek zorunda kaldım. -İyi haydi suyunu iç korkmana gerek yok. Bizim buraların suları çok temizdir. Başka yerin suyuna benzemez bizim sularımız. -Biliyorum akıllım renginden belli. Temiz olmasaydı böyle pırıl pırıl akar mıydı? Bu güzelim çiçekler arasında akan suyun kirli olması mümkün mü? -Bizim her şeyimiz böyledir. Yiyeceklerimiz de içeceğimiz su gibi tertemizdir. Bak çevrendeki otların tazeliğine hiçbir yerde böylesine güzel ot ve çiçekler göremezsin. Haydi suyunu iç de seninle biraz dolaşalım ne dersin. Sana yeni yeni yerler göstereceğim. Yazı-yabanda tek başına dolanman doğru değil. -Neden yalnız dolaşmam doğru değil. Benim bilmediğim bir şeyler mi var buralarda? -Olmaz olur mu akıllım. Elbette var. Kimi yaratıklar sana zarar verebilir. -Aaaaa! Neden benim kime kötülüğüm dokundu ki. Ben kendi başıma oynuyorum. -Orası öyle de, sen yine de benim dediklerime dikkat et, en kısa zamanda annenin yanına dönsen iyi edersin. Buralar pek tekin değil. Kurtlar var, çakallar var, seni kapıp götürürler sonra. -İnanmam, neden kapıp götürsünler ki beni. Ben onların hiç işine yaramam ki. -Haydi haydi suyunu iç bakalım. Bunları sonra konuşuruz. Kınalı Kuzu, birden annesini anımsadı. Annesini ne kadar da çok özlemişti. Nerdeyse ağlayacaktı. Bir anda neşesi kayboldu. Kulakları yana sarktı. Hüzünlü gözlerle Zıp Zıp kurbağaya baktı. -Ne oldu? Neden üzüldün birden, istemeyerek yanlış bir şey mi söyledim. Eğer seni kırdıysam özür dilerim, dedi, Zıp Zıp kurbağa. -Yook birden annem aklıma geldi de ona üzüldüm. Bilsen annemi ne tadar özlediğimi, o zaman bana hak verirdin. -Üzülmene gerek yok. Akşama görürsün anneni nasıl olsa. -Karşıdaki yamacın verevinde bir sürü otlanmaktaydı. Koyunların boynundaki çan ve keleklerin sesi ile kavalın ezgisini duydular. Kınalı Kuzu kavalın sesiyle sürüden yana baktı. Yerinden zıplayarak bağırdı. -Bak annem de onların arasındadır. Haydi bana eyvallah diyerek hoplaya zıplaya sürüye doğru koşmaya başladı. Zıp Zıp kurbağa ardından bağırdıysa da duymadı. -Heyyy! Kınalı onlar başkaları annen onların arasında değil geri dön. Ama Kınalı Kuzu olanca gücüyle sürüye doğru koşuyordu.

6 Şubat 2008 Çarşamba

Üç Arkadaşın Hikayesi

Bugün seni özledim sevgili aynacık. Hemen akşam olsun istedim. Çünkü benim için hazırladığın güzel masalları özlemiştim. Çağırdım çağırdım, gelmedin. Şöyler misin, masallar hep gece olunca mı okunmalı? Ve aynacık ay gökyüzüne çıkar-çıkmaz, soluğu padişah kızı’nın yanında almış. Masalı anlatmaya başlamadan önce ona şunları söylemiş: Masallar gecenin karanlığında yaşar. Hem uyumadan önce anlatılsın ki güzel rüyalar göresin. Haydi şimdi dinlemeye başla… Baratis adındaki bir ülkede kış mevsimi çok uzun geçermiş. Öyle soğuk olurmuş ki; ilkbahar hiç gelmeyecek sanılırmış. Artık insanlar soğuk gecelerden sıkılırlarmış. Dua ederlermiş. Sıcak günlerin gelmesini isterlermiş. Bahar gelir-gelmez de insanlar kendilerini sokağa atarlarmuş. Kırlarda gezintiye çıkarlar, çiçek toplarlarmış. Çocuklar bütün kış boyunca dışarıda oynauamadıkları oyunların tadını doya doya çıkarırlarmış. Kışın donan nehirler, gürül gürül aköaya başlarmış. Boyunlarını büken ağaçlar gökyüzüne doğru uzanırlarmış. Yani ilkbahar tüm güzelliğiyle gelirmiş insanların arasına. İşte bu ülkede uzun kış mevsiminin ardından bu güzel baharlardan birisi çıkagelmiş. Çoluk-çocuk insanlar kendilerini sokaklara atmışlar. Bu insanlar arasında üç tane can-ciğer arkadaş varmış. Bunlar da tabîatın tadını çıkarmak için yemyeşil dağlara tırmanmaya başlamışlar. Konuşa konuşa yürüyorlar, ağır ağır ormanın derinliklerine dalıyorlarmış. Bir süre sonra yorgunluk hisseden bu üç arkadaş kocaman bir çam ağacının gölgesine oturmuşlar. Az ileride usulca akan bir derenin şırıltısını duyuyorlarmış. Bahar yeli yaprakları hafif hafif sarsıyormuş. Bu üç arkadaş sohbet ederken, birisinin eline çiviye benzer bir şey batmış. Elini kanatan şeyi merak eden adam toprağı sıvazlarken birden demir bir kapak yerinden oynamış İyice meraklanan adam kapağın altında ne olduğunu öğrenmek istemiş ve kapağı kaldırmış. Bir de ne görsünler, içeriye doğru uzanan karanlık mı karanlık daracık bir yol çıkmış ortaya. Önce ürkmüşler karanlıktan. İçeri girmekten çekinmilşer. Fakat bir cesaret gelivermiş üzerlerine başlamışlar yürümeye. Yirmi adım ancak yürümüşler, birden jarşılarına üç adam boyunda bir kapı çıkmış. Korkarak itmişler kapıyı. Bu kapı, büyük bir odaya açılıyormuş. Üç arkadaş hayretler içinde kalmışlar. Sanki odanın içinde güneşten bir parça varmış. Parıl parıl parlıyormuş oda. Çil çil altınlar, küme küme duruyorlarmış yerlerde. Yakutlar, elmaslar, inciler… Çılgına dönen adamlar öücevherlerin içine atmışlar kendilerini. “Zengin olduk, zengin olduk” diye bağırıyorlarmış. Bir süre sonra yorulmuşlar ve bir köşeye oturmuşlar. Birisi; - Bu mücevherleri nasıl taşıyacağız, diye sormuş. Diğeri ibir fikir atmış ortaya: - Ben şehre gideyim. Siz burada bekleyin. Atları alıp hemen dönerim. Sonra da hep beraber yola koyuluruz. Bu fikir kabul edilmiş. İkisi beklemeye başlamışlar, üçüncüsü şehre doğru yola çıkmış. Giderken aklına öyle kötü düşünceler girmiş ki; arkadaşlarını öldürmeye karar vermiş. Şöyle düşünmüş: - Neden o kadar parayı üçe böleyim ki? Paranın tamamı benim olabilir. Bu düşünceden bir türlü vazgeçemiyormuş. Eve varınca karısına; - Artık çok zengin olacağız, demiş. Hemen tencereler dolusu yemek hazırla. Arkadaşlarım acıkmıştır. Onlara götüreceğim. Ben çarşıya gidiyorum, almam gerekenler var. Adam evden çıkmış, tanıdığı ne kadar kişi varsa bir bir ziyaret etmiş. Atlarını bir süre için ödünç almış. Eve dönerken kuvvetli bir zehir satın almayı da unutmamış. Heyecanla eve gelmiş, karısının yemekleri hazırladığını görünce daha bir heyecan kaplamış yüreğini. Karısı görmeden cebindeki zehiri çıkarmış, yemeklere koyup bir güzel karıştırmış. Daha fazla zaman kaybetmeden yemekleri yanına almış ve atlarla yola çıkmış. Giderken de düşüncelere dalmış: - Şimdi arkadaşlarım ne çok meraklanmışlardır. Pek de acıkmışlardır. Kimbilir nasıl da yiyecekler bu lezzetli yemekleri. Ben de onları seyredeceğim. Yaşasın hazinenin tamamı benim olacak. İkisini de öldüreceğim. Fakat hazinenin yanında kalan iki arkadaşı da boş durmamışlar. Onların da akıllarında kötü düşünceler gezinmekteymiş. Aralarında şöyle konuşmuşlar: - Gelir-gelmez onu öldürmeliyiz. Neden hazineyi üçe bölelim ki? İkiye böleriz daha çok paramız olur. Heyecanla bekliyorlarmış. Biri kapının sağ köşesine, diğeri kapının sol köşesine yerleşmiş. Saatler geçmiş aradan ve nihayet atların nal seslerini duymuşlar. Adam da arkadaşlarına seslene seslene geliyormuş: - Ben geldim. Güzel güzel yemekler getirdim size. İçeriden sevinç çığlıkları yükselmiş, fakat yerlerinden kımışdamamışlar: - Hoşgeldin, sevgili dostumuz. Gözümüz yollarda kaldı. Nerelerdeydin? Bizi merakta bırakman hiç doğru değil. Adam yavaş yavaş odaya doğru yürümüş. Tam kapının ağzına gelmiş ki; ikisi birden adamın üzerine atlamışlar. Bir çırpıda öldürüvermişler arkadaşlarını. Hiç de üzülmemişler bunu yaptıkları için. Güle-oynaya yemekleri önlerine çekmişler. Başlamışlar afiyetle yemeye. Fakat pek kısa bir aradan sonra zehir etkisini göstermiş. İkisi de ne olduğunu anlayamadan son nefeslerini vermişler. Böylece hazineye üçü de sahib olamamış. Açgözlülükleri yüzünden hazinenin tamamını kaybetmişler. Paylaşmanın ne kadar güzel, insanları sevmenin ne kadar yüce bir duygu olduğunu hiçbir zaman öğrenemedikleri için canlarından olmuşlar. Bu hayatta paradan güzel öyle çok şey var ki Naz Ferniba

3 Şubat 2008 Pazar

Şehir Faresi İle Köy Faresi

Çok eskiden tarla faresi ile şehir faresi arkadaş olmuş. İkisi birbirlerini çok severmiş. Aralarında güzel bir dostluk kurulmuş. Şehir faresi sık sık tarla faresini ziyaret edermiş. Birlikte kırlarda güle oynaya vakit geçirirlermiş. Diledikleri kadar koşar, zıplar, yuvarlanırlarmış... Bir gün şehir faresi arkadaşını yemeğe davet etmiş. -Bu akşam bize gel. Sana güzel bir sofra hazırlayayım. Azıcık miden bayram etsin, demiş. Bu davete tarla faresi çok sevinmiş. Yiyeceği yemeklerin hayalini kurmaya başlamış. Bütün gece rüyasında peynirler, tatlılar, pastalar görmüş. Bu arada şehir faresinin evinde bir telaş bir telaş... Çeşit çeşit yiyecekler, pastalar hazırlanmış. Bütün gün koşturup durmuş. Akşam tarla faresi kalkıp gelmiş. Bakmış, masanın üzeri çeşit çeşit yiyeceklerle dolu. Masada hiçbir şey eksik değilmiş. Hemen sofraya oturmuşlar. Ziyafet neşeli başlamış. Tarla faresi önce pastadan bir lokma alacakmış. Tam çatalını uzatmış, dışarıdan sesler gelmiş. Şehir faresi hemen deliğine kaçmış. Ardından da tarla faresi kendini zor atmış deliğe. Korkudan kalpleri küt küt atıyormuş. Tarla faresi sormuş: -Evin kedisi olabilir mi? Şehir faresi cevap vermiş: -Sanırım onun gürültüsüydü. Yeniden sofraya oturmuşlar. Ama artık neşeleri kaçmış, tedirgin olmuşlar. Tarla faresi bu kez çatalını böreğe uzatmış. Tam lokmayı ağzına atacakmış, yine sesler işitmişler.Apar topar ikisi de kendilerini deliğe atmış. Yüzleri korkudan sapsarı olmuş. Korkudan tir tir titriyorlarmış. Tarla faresi sormuş: -Evin hanımı olabilir mi? Şehir faresi cevaplamış: -Belki odur bilemem. Sesler kesilince delikten çıkmışlar. Şehir faresi: -Kusura bakma. Bazen böyle şeyler oluyor. Haydi yemeğimize devam edelim, demiş. Tarla faresi: -Bu kadar yeter! Korku içinde yemek istemem, demiş. Yarın sen bana gel. Kuru ekmek yeriz belki ama kimse de bizi korkutamaz.

29 Ocak 2008 Salı

Kartanesi

Bir varmış,bir yokmuş... Eski çağlarda, kuzey ülkelerinden birinde, ormanlar içindeki küçük bir köyde, Daniel adında bir çiftçi ve Anna adındaki karısı yaşıyorlarmış. Artık genç sayılmayacak yaşa gelmiş oldukları halde, Daniel ve Anna'nın çocukları yokmuş. Halleri vakitleri yerinde olduğundan, çocuksuz olmak, karı kocayı çok üzmekteymiş. Ama her ikisi de iyi kalpli insanlar oldukları için, yalnızlıklarını gidermek için türlü yollara sapar, huysuz ihtiyarlar gibi yaşamazlarmış. Daniel ve Anna, köyün bütün çocuklarına sevgi gösterir, her fırsatta komşu çocuklar için pastalar yapar, onları evlerinde misafir eder ve ağırlarlarmış. Ayrıca evlerinde altı tane kedi, dört tane de köpekleri varmış. Yalnız ev hayvanlarına değil, ormanda yaşayan yaratıklara da iyi davranırlarmış. Bütün bunlara rağmen, yaşlı karı koca, bir çocukları olsa daha da mutlu olacaklarını düşünmekten kendilerini alamazlar mış. Bir kış günü, Daniel ve Anna'nın yaşadıkları köyü karlar kaplamış. O kadar kar yağmış ki,evlerin kapıları dışarda biriken kar yüzünden açılamaz olmuş. Çiftçiler bütün kış hazırlıklarını yazdan yapmış oldukları için evlerine çekilmiş, burunlarını bile dışarı çıkarmıyor, gürül gürül yanan ocaklarının karşısın da oturup pencerelerinden dışarı bakıyorlarmış. Çiftçi çocukları ise, kar yağmaya başlayınca sabırsızlan mışlar.Bir önceki senenin kışında kar ve buzla kaplı oyun yerlerinde oynadıkları oyunları hatırlıyor ve dışarı çıkmak istiyorlarmış. Nihayet ertesi günü kar dinince artık çocukları evde tutmak mümkün olmamış. Her tarafı diz boyu karla kaplı olan bahçeler, sabahın erken saatlerinde irili ufaklı çocuklarla dolmuş. Kimisi kar topu oynamaya, kimisi kayak kaydırmaya, kimisi de kardan adam yapmaya başlamış. Daniel ve Anna pencerelerinden çocukları seyrederken kendileri de dışarı çıkıp karlar arasında oynamak hevesine kapılmışlar. Üstlerine kalın elbiseler giyip bahçeye çıkmışlar. Yumuşak, temiz bir halı gibi ayakları altında ezilen karın içinde gezmek bile başlı başına bir eğlen ceymiş. Karı koca, arkalarından köpekleri koşturarak bahçede kovalamaca oynamışlar. Bir müddet sonra yorulmaya başlayınca daha az hareketli bir oyun oynamaya karar vermişler. Komşu bahçede çocukların yaptığı kocaman bir kardan adama gözleri ilişen Anna, ellerini çırparak bağırmış: --Daniel buldum... Değişiklik olsun diye biz de kardan bir kadın yapalım. Daniel başını sallayarak itiraz etmiş: --Hayır... Kardan bir çocuk yapalım. Anna bu fikri çok beğenmiş. Hemen küçük bir kartopunu yerde yuvarlayarak büyütmüş ve bir kenara ayırmışlar. Bir yuvarlak kartopuna küçük kol ve bacaklar uydurmak için karları avuçlayıp şekil vermişler. Sonra daha küçük bir kartopundan da baş yapıp gövdenin üstüne oturtmuşlar. Usul usul kar parçasını yontarak kardan güzel bir çocuk yapmışlar. Çocuğun gözleri yerine iki yuvarlak kömür parçası, burnu yerine koni şeklinde bir küçük havuç, saçı yerine de bir tutam siyah at kılı yapıştırmışlar. O zaman kardan çocuk daha da güzelleşmiş. İşin sonlarına doğru üşümeye başladığı için artık içeri girmeyi düşünen Anna,birden elinin üstünde ılık bir nefesin sıcaklığını hissetmiş. Hemen başını çevirip bakmış. Bir de ne görsün?.. Küçük kardan çocuğun gözleri beyaz karların arasında pırıl pırıl parlayıp dönmüyor mu? Anna heyecanla kocasına seslenmiş: --Daniel.. Hayal mi görüyorum? Bu kardan bebeğin gözleri oynuyor gibi geldi bana.. Ama Anna hayal görmüyormuş, gerçekten de kardan çocuk canlanmış. Daniel kollarını kardan çocuğun boynuna dolayıp onu sevmek isteyince, parmaklarının değdiği yerlerden, inceli kalınlı, sıva gibi kar parçacıkları dökülmüş. Bu döküntüler, tıpkı bir yumurtanın kabuğuna benziyormuş. Kabukların için den küçük, çok güzel bir kardan bebek çıkmış. Bebek gülüyor, sesler çıkarıyor ve kıpırdanıyormuş. Anna hemen atılıp bebeği etekliğine sarmış: --Çabuk içeri gidelim Daniel, diye bağırmış. Tanrı dileğimizi kabul etti ve bize bir çocuk verdi. Ama onu hiç kimseye göstermeyelim. Köy halkı kardan yaptığımız bir bebeğin canlandığını duymasın.. Heyecanla hemen evlerine kapanmışlar. Kardan kızlarının adını "kar tanesi" koymuşlar. Bu isim ona çok da yakışıyormuş, çünkü bütün vücudu kar kadar beyaz olan bebeğin yalnız saçları ve gözleri siyahmış. Kar tanesi o kadar çabuk büyüyormuş ki bir hafta içinde on üç yaşlarında bir kız kadar gelişmiş, büyümüş. Anna komşu kadınlara kar tanesini yeğenleri olarak tanıtmış. Kar tanesi gün geçtikçe büyüyor, güzelleşiyor ve bütün köylüler tarafından çok seviliyormuş. Her gün köyün çocukları kar tanesiyle oynamak için evlerine geliyormuş. Bahar ayları yaklaştıkça, çocuklar başka oyunlar oynamaya başlamış. Ama kar tanesi kışın olduğu kadar neşeli görünmüyormuş. Durumu farkeden Anna ve Daniel telaşlanmaya başlamışlar, çünkü kar tanesi artık her zamanki gibi yemek de yemiyormuş. Anne ve baba çocuğa sordukları halde bir cevap alamamışlar. Kar tanesi bahar boyunca gölgeli ve serin yerlerde tek başına dolaşmış ve her gün biraz daha solmuş. Yaz ayları gelip çattığında ise kar tanesi evden dışarı çıkmak istemiyor, davetleri reddediyormuş. O ülkede her sene yaz ortası büyük bir bayram yapılırmış. Yaz bayramı günü gelince, Daniel ve Anna, yanlarına kar tanesini alarak bayram yerine gitmişler. Ormanın orta yerinde, ağaçlık ve çimenlik bir alana yerleşmişler. Bütün köy halkı ordaymış. Herkes gülüp oynuyor, eğleniyormuş. Yalnız kar tanesi günün güneşli olduğu saatler boyunca hiç bir eğlenceye katılmamış. Serin bir ağaç gölgesinde oturmayı tercih etmiş. Ortalık karardığı zaman, arkadaşları gelip kar tanesini saklandığı yerden almış ve oyuna götürmüşler. Ormanın açıklık bir yerinde kocaman bir ateş yakılmış. Bütün çocuklar ateşin üstünden atlayarak sevinç çığlıkları atmaya başlamışlar. Kar tanesi bu oyunu seyretmekle yetinmiş. Arkadaşlarına katılmayı düşünmüyormuş ama öbür kızlar zorla kar tanesini ateşin yanına götürmüşler. Sıra kar tanesine gelince, arkalarından gelen bir "Ahh" sesi duymuşlar. Dönüp bakınca hiç bir şey görememişler. Kar tanesinin aralarında olmadığını görünce onun ailesinin yanına gittiğini sanmışlar. Oysa bu sırada Daniel ve Anna da kar tanesini arıyorlarmış. Bütün bir gece herkes kar tanesini aramış ama bulamamışlar. Üzüntü içinde evlerinin yolunu tutmuşlar. Bir gece, kar tanesinin kayboluşundan bir ay kadar sonra, Anna'nın uykusu kaçmış. O sırada korkunç bir fırtına başlamış. Rüzgar çatıları sarsıyor, pencereleri çarpıyormuş. Hava birden bire soğumuş Karı koca oturup fırtınanın dinmesini beklerken, pencereden bir tıkırıtı duyulmuş. Ne olduğunu anlamaya çalışan Anna ve Daniel, kar tanesini pencereden kendilerine bakarken görmüşler. Hemen koşup kızlarını içeri almak istemişler, ama kız gülerek karşı koymuş. Onlara demiş ki: --Ev çok sıcak. Sizin çok sevdiğiniz yaz aylarından ben hoşlanmıyorum. Ben kardan yapılmış olduğum için sıcağa dayanamıyorum. Yaz bayramında ateşin üstünden atlarken eriyip yok olmuştum. Benim için ne kadar üzüldüğünüzü gördüğüm halde, gelip sizinle birlikte yaşayamadım. Bu günkü fırtına benim amcamdır. Ondan rica ettim, havayı biraz soğuttu. Ben de sizi görmeye geldim. Yaz aylarında sizinle birlikte oturmama imkan yok. Ama kış gelip de ilk kar düşünce, kardan bir çocuk yaparsınız, yine sizin yanınıza gelirim. Bu sözleri gözleri yaş dolu olarak dinleyen Anna, kış gelene kadar beklemeye razı olmuş. Ama Daniel'in aklına daha iyi bir fikir gelmiş. --Senin bütün korkun sıcak havalardan ve güneş ışığından değil mi kar tanesi? diye sormuş. Kız evet demek ister gibi başını sallamış. O zaman Daniel şunları söylemiş. --Öyleyse yarından tezi yok, evimizi ve tarlalarımızı satıp, daha kuzeyde, daha soğuk bir yere taşınıyoruz. Kışın yılda on ay sürdüğü o kuzey ülkelerinde, yaz aylarında bile kar vardır. Orada bizimle beraber yaşarsın değil mi? Bu fikir kar tanesinin çok hoşuna gitmiş. Sevinçle ellerini çırpmış. Aradan bir ay geçtikten sonra, Daniel ve Anna, kuzeyde, soğuk bir yere, halkı balıkçılık ve avcılıkla geçinen bir köye taşınmışlar. Aynı gün, kar tanesi onların yanına gelmiş. Hep birlikte yaşamış ve ömürlerinin sonuna kadar mutlu olmuşlar. Bu masaldan alınacak ders: Eğer insanlar çok güçlü bir sevgi bağıyla birbirlerine kenetlenmişlerse; birlikte olabilmek ve mutlu yaşayabilmek için önlerine çıkan her engeli kolayca geçerler.

25 Ocak 2008 Cuma

İki Eşek

Köylünün biri sahip olduğu iki eşekten birisine tuz, diğerine de sünger yükleyip pazarın yolunu tutmuş. Tuz yüklü eşek yükünün ağırlığı ile zor yürüyor, nerede ise yere düşecekmiş gibi oluyordu. Oysa sünger yüklü eşek rahatmış. Üzerinde efendisi olduğu halde zorluk çekmeden yürüyebiliyormuş. Dağlar tepeler aşıp sonunda bir nehre varmışlar. Tuz yüklü eşek yorgun olmasına rağmen nehiri kolayca geçmiş. Çünkü suya girince üzerindeki tuzlar eriyip yok olmuş. Karşıya geçtiğinde ise keyfine diyecek yokmuş. Bunu gören sünger yüklü eşek de girmiş suya. Ama oda ne? Sırtındaki süngerler suyu çektikçe eşeğin yükü ağırlaşıyormuş. Eşek giderek batmaya başlayınca üzerindeki efendisi “İmdaaaaaattt” diye bağırmaya başlamış. O sırada yoldan geçen birisinin yardımıyla eşekte, efendisi de zor kurtulmuşlar. Yolculuğun geri kalan bölümünde ise tuz yüklü eşek rahat rahat yürürken sünger yüklü eşek sıkıntı çekmiş.

24 Ocak 2008 Perşembe

KELOĞLAN VE KUYUDAKİ DEV

Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde develer tellalken, pireler berberken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallarken; ülkenin birinde bir kasaba varmış. Bu kasabanın kenar mahallelerindeki bir kulübede, çok fakir bir keloğlan ile ihtiyar annesi yaşamakta imiş. Keloğlan çok akıllı ve becerikli olmasına rağmen çalışmaktan hoşlanmaz, tembel tembel evde oturmayı, ne buldu ise yiyip, içmeyi ve uyumayı severmiş. Tembel mi tembel, saçsız kafası ile de çok çirkin olduğu için herkes ona keloğlan dermiş. Keloğlanın ihtiyar annesi ise el çamaşırı yıkar, hem kendini, hem de tembel keloğlanı beslemeğe çalışır, zorluklar içinde geçinirlermiş. Her nasılsa Keloğlanın canı çarşıya çıkıp dolaşmak istemiş. Bir de bakmış ki, uzakta bir kalabalık var. Kalabalığın ortasında bir adam bağıra bağıra bir şeyler söylüyor. Kalabalıktaki insanlarda onu dinlermiş. Bizim Keloğlanda kalabalığa sokularak bu adamın dediklerini dinlemiş. Adam meğer şehrin tellallarından biriymiş. Keloğlanın dinlemekte olduğu tellal şöyle demekteydi. -Ağır bir iş için bir adama ihtiyaç vardır. Bu işi görecek adama yüz altın verilecektir. Talip olacak kimse varsa ortaya çıksın.... Keloğlan etrafta toplanan kalabalıktan ses seda çıkmadığını görünce ve bu işin sonunda yüz de altın verileceğini öğrenince tellala: -Bu işi ben yaparım, yalnız bu yapılacak işi hemen bana söyle, demiş. Tellal Keloğlanı şöyle bir süzdükten sonra, gözü tutmamış olacak ki: -Oğlum, sen bu işi yapamazsın, iş çok zordur. Bunu ancak akıllı, becerikli ve cesur adamlar başarabilir. Ben bunları sende göremiyorum, deyince; Keloğlan: -Ummadığın taş baş yarar. Ben bu işi başarırım, diye cevap vermiş. Etrafta toplanan kalabalıktan alaylı gülüşmeler yükselmiş. Bu sırada tellal onun biraz da fakir haline acıyarak: -Pekala oğlum...Madem ki kendine güveniyorsun sana şimdi yapacağın işi tarif edeyim...Uzak bir ülkeden mal getirmeye gidilecek... Yolculuk at sırtında olacak, ama sen bu yolculuğa katlanabilecek misin?.. diye sorunca. Keloğlan: -Ben yaparım dediğim her şeyi yaparım. Elbette katlanırım, karşılığını vermiş. Tellal: -Madem ki bu kadar güvenin var, bende sana bu işi veriyorum...Paranı şimdi mi, yoksa dönüşte mi istersin? Keloğlan da: -Şimdi verinde birazı yanımda bulunsun, geri kalanını anneme harçlık bırakırım, der. Bu şartlarla anlaşmaya varan Keloğlan sevinçle annesine koşarak durumu anlatır ve yanındaki parayı annesine bırakarak veda edip yapacağı işe gider. Toplantı yerine gelen Keloğlan, yolculuğun hazır olduğunu ve kafilenin kendisini beklemekte olduğunu görür. Kafile başkanı Keloğlana hazır olup olmadığını sorar. hazır olduğunu öğrenince küçük kafile hemen atlara binerek yola koyulur... İki gün durup dinlenmeden yol alırlar. Üçüncü gün Keloğlanın at sırtındaki yolculuktan vücudunun her tarafı ağrımaya başlar. Ama verdiği sözü ve aldığı parayı düşünerek sabırla yola devam eder. Artık akşam yaklaşmıştır. Kafile başkanı mola için kervanı durdurur. Keloğlan biraz dinleneceği için sevinmiştir. Ama bu sevinci çok sürmez. Atlar bağlandıktan sonra kafile başkanı kendini çağırır. Keloğlana der ki: -Keloğlan, şurada bir kuyu görüyorsun... -Evet, der bizim Keloğlan. -İşte şimdi, o kuyuya ineceksin... Korkmazsın değil mi?... Keloğlan kuyunun yanına gider bir sağına, bir soluna ve eğilip içine bakar, kafile başkanına dönerek: -Ne var bunda korkacak, elbette inerim. der. keloğlan korksa bile korktuğunu belli etmemeğe çalışarak kuyuya inme hazırlığına başlar. Etrafını saran yol arkadaşları Keloğlan'ın beline kalın bir ip bağlarlar, kuyuya sarkıtırlar. Keloğlan kuyunun yarısına gelince sağ tarafında karanlıkta aniden bir kapı açılır. Adamın biri Keloğlan'ı kucakladığı gibi bu kapıdan içeri çeker... Neye uğradığını anlayamayan Keloğlan kendine gelince, bir de ne görsün!.. Geniş bir bahçe ve bu bahçenin ortasında büyük bir saray durmuyor mu?.. Sarayın bahçesinde güllerin arasında Dünya güzeli bir kız oturmuş, arkasında bir dudağı yerde, bir dudağı gökte iri ve koyu siyah renkte bir zenci ayakta durmakta. çiçeklerin arasında bir tavus kuşu dolaşmaktadır. Şaşkınlıkla bunları seyre dalan Keloğlan birden arkasında gürleyen bir sesle aklı başından gider. Dönüp bakınca, ne görsün?... Koca bir dev. Arkasında durmuyor mu!.. Dev korkunç bir sesle: -Eyyyy, adem oğlu!... Söyle bakalım, şu gördüklerinden hangisi daha güzel?.. Keloğlan korkudan tir tir titremeğe başlar. Ne cevap vereceğini şaşırır ama, biraz sonra aklı başına gelir ve biraz düşündükten sonra: -Gönül neyi severse güzel odur sultanım, der. Dev, aldığı cevaptan memnun gibi görünür ve Keloğlan'a tekrar sorar. -Şu kız çok güzel, şu tavus kuşu çok hoş ama, şu zenci çok çirkin, çok kötü!.. Buna ne dersin?.. Keloğlan artık ilk şaşkınlık ve korkudan kurtulmuştur. Yine cevabı yapıştırır: -Gönül neyi severse, güzel odur sultanım, diye tekrar aynı cevabı yapıştırır. Aldığı cevaptan çok hoşlanan dev, Keloğlan'a: -Aferin, sen akıllı bir çocuğa benziyorsun diye Keloğlan'a hemen yanındaki, ağaçtan kopardığı üç tane büyük narı verir. Ve: -Al bu narları. Dönüşte annenle birlikte yersin, diyerek Keloğlan'ın yanından ayrılmış. Meğer Dev, her kuyuya inen insana bu soruları sorar fakat, bir türlü istediği akıllıca cevabı alamayınca çok kızar, hemen kellesini uçurur, sonra da etlerini yer, kafatasını sarayın duvarlarına asarmış. Böylece kuyuya inenlerin çoğu, Dev'in bu soruları karşısında kimi kız güzel, kimi tavuskuşu diye Dev'e cevap verirlermiş. Bu cevaplardan memnun kalmadığı için kuyuya inen bir daha yukarı çıkamazmış. Dev'in yanından ayrılan Keloğlan tekrar çıkış kapısına gelip yukarı nasıl çıkacağını düşünürken birden yukardan, su almak için sarkıtılmış bir kovanın kendisine doğru geldiğini görünce, Keloğlan hemen bu kovadan tutarak yukarı çıkar. Keloğlan'ı sapasağlam yukarı çıktığını gören arkadaşları, şaşkınlıktan ağızları bir karış açık, gözlerine inanamazlar ve birbirlerine bakışırlar. Zira kervancılar bu kuyudan su almak istedikleri zaman her seferinde Dev'e bir insanı kurban vermeleri adetmiş. Yol arkadaşları onu böyle sapasağlam, güler yüzlü görünce tabii şaşkınlıktan kendilerini alamamışlar. Kafile başkanı merakını yenemeyerek Keloğlan'a: -Şimdiye kadar bu kuyuya salladığımız adamlardan hiçbiri geri dönmemiştir. Sen nasıl oldu da bu kuyudan sağlam çıktın evlat?... Keloğlan güler yüzle şu cevabı verir: -Nasıl çıktıysam çıktım.. Çıktım ya!... Siz ona bakın. Yeniden kafile yola koyulmuş. Varacakları o uzak ülkeye varmış.Atlara malları yükleyerek memlekete dönmüşler. Keloğlan elindeki Nar'ları sevinçle evine dönünce, annesi yine her zamanki gibi, el çamaşırı yıkamakta bulur. Annesi de oğlu geldiği için sevinmiştir. Yemekler yenir.Yemekten sonra da Keloğlan, Dev'in verdiği Nar'lardan birini çıkarıp yemek için ikiye böler. Bir de ne görsün? Dev'in verdiği Nar tanelerinin her biri meğer çok kıymetli birer mücevher değilmiymiş... Bunun değerini anlayan Keloğlan, zaman zaman bunların her birini azar azar satmış.. Ve Keloğlan öylesine zengin olmuş ki, artık ne kelliği kalmıştır, ne de çirkinliği, ne de annesinin çamaşırcılığı. Mutlu bir hayata kavuşmuşlar..

12 Ocak 2008 Cumartesi

Çocuklara masal iyi geliyor

Uzmanlar yaptıkları araştırmada çocuk yaşındakiler için masal dinlemenin çok iyi geldiğini belirtti.Her akşam bir masal çocuk zihni ve psikolojisi için çok iyi olduğunu belirten uzmanlar anne ve babalara bu tavsiyelerde bulundu.

5 Ocak 2008 Cumartesi

KELOĞLAN ile NASREDDİN HOCA

Keloğlan kasabaya tavuk satmaya gitmiş. Pazara gelince elindeki iki tavuğa müşteri aramaya başlamış. Adamın biri tavuklara bir altın vermiş. Keloğlan bunu kabul etmemiş. İlle de iki tavuğa iki altın isterim demiş. Keloğlan’ın tavukları bir altına vermediğini gören adam: “ Bak Keloğlan, bende bir define haritası var. Yalnızım, yaşlandım artık. Bu sebepten defineyi aramaya çıkamadım. Eskiden Zenginoğlu’ nun konağında çalışırdım. Bu haritayı bana Zenginoğlu vermişti. İki tavuk benim olsun, harita senin olsun, defineyi ara bul, ömrünce mutlu ol ” demiş. Keloğlan adama inanmış, değiş tokuş yapılmış. Keloğlan akşamüstü yorgun argın köyüne dönmüş. Anası: “ A benim kel oğlum, kabak oğlum. Hiç bu kağıt parçasına iki tavuk verilir mi? Sen tavukları satıp gaz, tuz alacaktın. Kandırmışlar seni. Şimdi karanlıkta otur, yemekleri tuzsuz ye de aklın başına gelsin ” diyerek bağırıp çağırmış. Keloğlan oralı olmamış, aklı fikri definedeymiş. Sabahı zor etmiş, erkenden kalkmış. Anasına: “ Ana ben defineyi aramaya gidiyorum. Kışlık yiyecek hazırlamıştım. Varsın gaz olmasın, akşamları erken yatarsın. Varsın tuz olmasın, komşudan istersin. Defineyi bulursam, seni sultanlar gibi yaşatacağım ”demiş. Anasının elini öpmüş. Keloğlan’ ın kararlı olduğunu gören anası çaresiz fikir değiştirmiş. “ Güle güle git, Keloğlan. İnşallah defineyi bulursun “ diyerek Keloğlan’ ı uğurlamış. Keloğlan dağ-bayır aşmış, günlerce aramış, sonunda haritadaki kuyuyu bulmuş. Define bu kuyunun içindeymiş. Kuyuya attığı taş tak diye ses çıkarmış. Keloğlan kuyuda su olmadığını anlamış. Fakat geçen yıl köydeki kör kuyuya inen ve bir daha çıkamayan üç kişi aklına gelmiş. “ Yanımda köyden getirdiğim ip var. Kuyunun kenarına bağlayıp insem ya ben de onlar gibi kuyudaki zehirli dumandan boğulur kalırsam halim nice olur, diye düşünceye dalmış. Evvela bana mert, sözünün eri, kuyudaki tehlikeyi ortadan kaldırabilecek bir yardımcı lazım. Böylesi de nerelerde bulunur, diye düşünürken aklına Nasreddin Hoca gelmiş. Tamam demiş Hoca bu işin çaresini bulur. ‘ Az gitmiş uz gitmiş, sonunda Akşehir’ e varmış. Sormuş, Nasreddin Hoca’ nın evini göstermişler. Kapıyı çalmış. Nasreddin Hoca kapıyı açmış. “ Buyurun evladım “ demiş, “ Ben Nasreddin Hoca’ yım. Bir şey mi arzu etmiştiniz? “ “ Hocam bizim köyde bana Keloğlan derler. Sizin önemli bir meselenin çözümüne yardımınızı rica edecektim. Beni dinlemek zahmetine katlanırsanız çok sevinirim. “ Hoca Keloğlan’ ı evine buyur etmiş. Keloğlan define haritasına nasıl sahip olduğunu, anasına veda edip köyden ayrıldığını, haritadaki kuyuyu bulduğunu, kuyuya neden inemediğini anlatmış. “ Eğer defineyi bulursak yarı yarıya paylaşırız, Hocam. Ne dersiniz? ” diyerek sözü bağlamış. Nasreddin Hoca: “ Uzun süredir kullanılmayan veya etrafındaki toprak tabakasından içine zehirli hava sızan kuyularda, yeterli hava akımı olmadığı için, bu zehirli hava birikir. Eğer böyle kuyulara inilirse insanı zehirler, öldürür. Söylediğine göre kuyunun derinliği dokuz on metre varmış. Kuyunun çevresini kazıp genişletmek çok yorucu ve zahmetli, ikimiz başaramayız. Yardımcı bulmaya kalksak kulaktan kulağa yayılır, halk kuyunun başına dolar. Başka bir yol bulmalıyız Keloğlan. Sen bizde birkaç gün misafir kal, düşünüp hal çaresini bulurum. “ Nasreddin Hoca sonraki iki gün planlar yapmış, taslaklar çizmiş. Planları demirciye götürmüş. Bu aletlerin olanını vermesini, olmayanı çizime uygun olarak yapmasını tembihlemiş. Haftasına aletler hazır olmuş. İki eşeğin çektiği bir araba almış. Arabaya aletleri, yiyecek, içecek gibi ihtiyaçları koymuş. Karısıyla vedalaşıp eşeğine binmiş. Nasreddin Hoca eşeğiyle önde, Keloğlan arabayla arkada, yola koyulmuşlar. Günlerce süren zahmetli yolculuktan sonra definenin bulunduğu kuyuya varmışlar. Hoca kuyuyu incelemiş. Keloğlan ile birlikte demirciye yaptırmış oldukları büyük körüğü kuyunun yanına indirmişler. Yaklaşık on santim genişliğindeki borunun bir ucunu kuyunun dibine sallamışlar. Diğer ucunu körüğe takmışlar. Birlikte körüğe temiz hava basmaya başlamışlar. Yıllardır burada biriken durgun ve zehirli hava, temiz ve basınçlı havanın etkisiyle parçalanmaya, yavaşça yükselmeye, kuyudan çıkmaya başlamış. Körük her hava basışında kuyudaki zehirli hava oranı azalıyormuş. Bu işlem ertesi gün de devam etmiş. Üçüncü gün kuyunun temizlendiğine kanaat getirmişler. Yine de her şeyden emin olmak için Nasreddin Hoca arabada getirdiği bir kediyi çuvala koymuş. Çuvalı ipe bağlayıp kuyunun dibine sarkıtmış. Yarım saat sonra kediyi çıkardığında dipdiri olduğunu görmüş. Keloğlan ipi beline bağlayıp kuyuya inmiş. Haritada belirtilen taşı çıkarmış. Taşın altındaki toprağı kazınca, sandığı bulmuş. Yanındaki diğer ipe sandığı bağlamış ve Hoca’ ya kendisini çekmesi için seslenmiş. Keloğlan kuyudan çıkınca, Hoca ile sandığı yukarıya çekmişler. Sandığın kilidini kırıp, kapağını açınca, bir de ne görsünler: Çil çil altınlarla dolu değil miymiş sandığın içi… Çok sevinmişler. Hemen altınları paylaşmışlar. Ertesi gün, Nasreddin Hoca eşeğiyle Akşehir’e, Keloğlan arabayla köyüne doğru yola koyulmuşlar. Keloğlan köyünde dillere destan bir konak yaptırmış. Hizmetçiler, uşaklar tutmuş. Tarlalar, bağlar, bahçeler satın almış. Anasıyla birlikte sultanlar gibi yaşamaya başlamış. Keloğlan’ ın görülmemiş zenginliği padişahın kulağına gitmiş. Ava çıktığı bir gün Keloğlan’ ın konağına uğramış. Keloğlan padişaha hürmet göstermiş, en iyi şekilde ağırlamış. Gördüğü yakın ilgiden çok memnun kalan padişah, Keloğlan’ ı gelecek ay kutlanacak bayram için, sarayına davet etmiş. Bayram günü Keloğlan arabalar ve uşaklarla beraber saraya gitmiş. Eğlenceler sırasında padişahın dünya güzeli kızı Menekşe ile tanışmış ve aşık olmuş. Menekşe de Keloğlan’ ı görür görmez sevmiş ve yanından ayrılmak istemiyormuş. Bayram eğlenceleri bittikten sonra Keloğlan konağına dönmüş. Anasına Menekşe Sultan’ ı görür görmez aşık olduğunu, onsuz yapamayacağını söylemiş. Düşünmüşler, taşınmışlar, padişahtan Menekşe’yi istemeye karar vermişler. Daha sonra anasıyla gidip kızı istemişler. Padişah Menekşe’yi Keloğlan’ a vermiş. Keloğlan konağına dönüp düğün hazırlıklarına başlamış. Bir taraftan da Nasreddin Hoca’ ya haberciler gönderip, düğüne davet etmiş. Nasreddin Hoca payına düşen altınlarla Akşehir’e döndükten sonra yoksulları, yetimleri, giydirip kuşatmış, parasının çoğunu hayır işlerinde kullanmış. Bir yandan da Keloğlan’ın köyünde konak yaptırdığını, uşaklar tutup, araziler satın alıp sultanlar gibi yaşamaya başladığını dost sohbetlerinde ve gelip giden yolculardan duyar, anlatılanlara sevinirmiş. Keloğlan’ ın düğün haberini ve Menekşe Sultan ile evleneceğini duyunca keyfi pek yerine gelmiş. Hemen düğüne gitmek için hazırlıklara başlamış. Halılar, kürkler, ipek kumaşlar almış. Menekşe’ye küpe, kolye, gerdanlık gibi ziynet eşyaları almış. Ayrıca dört atın çektiği iki araba satın almış, iki tane de uşak tutmuş. En değerli elbiselerini, en gösterişli kürkünü giymiş. Karısıyla birlikte düğünden birkaç gün önce yola çıkmış. Nasreddin Hoca maiyetiyle birlikte gayetle şatafatlı bir şekilde saraya varmış. Keloğlan Hoca’ yı kapıda karşılamış. Elini öpmüş. Sarılmışlar, hasretle kucaklaşmışlar. Düğün gününe kadar Hoca başından geçmiş nice olaylara ince espriler katarak anlatmış. Davetlilerin hoşça vakit geçirmelerine yardımcı olmuş. Sazlı, sözlü eğlenceler arasında Keloğlan ile Menekşe Sultan evlenmişler. Mutluluklarına diyecek yokmuş. Daha uzun yıllar mutlu ve bahtiyar olarak yaşamışlar.

GÜRÜLTÜCÜ ÇOCUK

Gürültücü çocuğu hiç kimse sevmezdi. Çünkü o kadar gürültü yapardı ki yer yerinden oynardı. Hele yürürken çıkardığı sesler dayanılacak gibi değildi. O sokağa çıktığı zaman herkes evine koşar, kapıyı pencereyi sıkı sıkı örterdi. Bir gün annesi gürültücü çocuğu ekmek almaya gönderdi. Gürültücü doğru fırına gidip bağırdı: - Bir tane ekmek istiyorum! Öyle bağırdı ki arabasında uyumakta olan minik bebek ağlamaya başladı. Bebeğin annesi gürültücüye dönerek "Ne düşüncesiz çocuksun ! Biraz yavaş konuşamaz mısın sen?" diye söylendi. Ama bizim gürültücü çocuk hiç akıllanmadı. Eve dönerken başladı gülmeye. Kahkahaları her yeri çınlatıyordu. Pencereden genç bir hanım başını uzatıp gürültücüye seslendi: - Neden bu kadar hızlı gülüyorsun? Çocuğum hasta ve başı çok ağrıyor. Sesin onu rahatsız etti. Haydi git buradan! Gürültücü çocuk daha da çok gülmeye , gümbür gümbür sesler çıkarmaya başladı. Artık ona bir ders vermenin zamanı gelmişti. Bütün mahalle halkı toplanıp konuştular. Ertesi gün gürültücü çocuk ekmek almak için fırına girdi. Her zamanki gibi bağırmaya başladı : - Bir tane ekmek istiyorum. Ama fırıncı hiç oralı olmadı; duymamış gibi davrandı. Gürültücü çocuk daha da bağırdı: - Bir tane ekmek istiyorum dedim! Fırıncı yine ses çıkarmadı. Gürültücü çocuk çaresiz fırından çıktı. Yürürken "takır tukur"sesler çıkarıyor, ıslık çalıyordu. Evin önünden geçerken biri pencereyi açtı ve gürültücü çocuğun başına bir kova soğuk su döktü. Gürültücü titremekten hiç ses çıkaramaz oldu. Sonra doğruca evine gidip olanları düşündü. Çevresine ne kadar saygısızca davrandığını anladı. O gün bu gündür gürültücü çocuk bir daha hiç gürültü yapmadı