23 Şubat 2008 Cumartesi

Karıncacık

Toprak yatağından uyanan yavru karıncacık üstünü giyindikten sonra, ağaçlar arasında gezinmeye çıktı. Yavru karıncayı herkes tanıyordu. Karıncacık küçücük olmasına karşın, tanıdıklarıyla uzun uzun söyleşirdi. Bilmediği şeyleri tanıdıklarına sorardı. Karıncacık ağaçların arasından geçerek çayırdaki otların ve çiçeklerin arasında gezinmek istiyordu. Otların üzerindeki çiylerden yıkanmak, renk renk çiçekler arasında gezinip yeni yeni arkadaşlar edinmek, yeni edindiği arkadaşlarıyla oynamak düşü kurmuştu uyku arasında. Yanında geçmekte olduğu büyük bir ağacın dalları arasından gelen sesle başını yukarı kaldırdı. Sesin sahibini aradı bir zaman. “Hey nereye böyle? Sabah sabah bir günaydın yok mu?” Sonunda sesin sahibini buldu. Kendisiyle sürekli sohbet eden yaşlı serçeydi. İlk anda tanıyamadı, ama yanıtlamaktan da gecikmedi. “Nereye olacak akıllım!.. Çayıra doğru gitmek niyetindeyim.” dedi. Serçe: “Sabah sabah, çayırda ne işin var? Aç mısın? Açıkta mısın?” dedi. Karıncacık: “Ne açım ne de açıktayım. Gezip güzellikler görmek istiyorum. Çiçekler bir güzel açmışlardır şimdi. Çiçekleri sevip okşamak hoşuma gidiyor.” dedi. Serçe: “Ama çayır çok uzaklarda. Yorulup yollarda kalmayasın sonra,” diyerek kanatlarıyla gözlüklerinin camlarını sildi. Karıncacık: “Ooo!.. Güle güle kullan, kendine gözlük almışsın,”deyince. Serçe: “Evet aldım ya!.. Mecbur kalmasaydım almazdım. Eğer gözlerimde gözlük olmasaydı seni göremeyecektim. Bunun benim için ne demek olduğunu bilir misin? Gözlükler sayesinde dostlarımı görüp sohbet edebiliyorum.” dedi. Karıncacık serçeye acıdı… Üzüntüsü arasında: “Peki her şeyi rahatlıkla görebiliyor musun?” “Evet eskisinden çok çok iyi görüyorum. Dönüşte zamanın olursa, bana uğra da sohbet edelim ha ne dersin?” Karıncacık: “Elbette, neden olmasın. Uğrarım tabi. Gördüklerimi de bir bir anlatırım.” Serçe: “Tamam anlaştık. Haydin uğur ola, kendine iyi bak,” diyerek kanatlarını sallayarak karıncacığa “güle güle” dedi. Karıncacık az ilerde kendisine rüzgârın oğlu adını verdiği kertenkeleyi gördü. Oda sabah erkenden dışarı çıkmıştı. Kertenkele karıncacığı görünce: “Nereye böyle karıncacık, hem de bir başına,” dedi. Karıncacık: “Çayıra!..” dedi. “Yeni yeni çiçekler arasında gezmek istiyorum. Yol biraz uzun olduğu için erkenden çıktım.” Kertenkele: “Bende o tarafa gidiyorum. Haydi atla sırtıma bakayım. İşin çabuk biterse dönerken de seni alırım.” dedi. Karıncacık, “Teşekkür ederim,” diyerek tırmandı kertenkelenin sırtına, elbiselerini sıkıca iki eliyle kavradı. Kertenkele: “Tamam mı? Sıkı tutun, düşmeyesin sakın.” Karıncacık: “Tamam” deyince, kertenkele rüzgar gibi otlar ve ağaç yaprakları arasından rüzgâr gibi geçti. Bir solukta çayıra vardı. Karıncacık göz açıp kapatıncaya kadar kendisini çayırda bulmuştu. Kertenkeleye “teşekkür ederim,” diyerek, yere atladı. Kertenkele: “Aklında olsun üç saat sonra burada olursan seni ***ürürüm. İşlerini çabuk bitirmeye bak.” “Çok çok teşekkür ederim. Dediğin saatte burada olmaya çalışırım,” diyerek, yürümeye başladı karıncacık. Biraz sonra kendisini bir çiçek tarlasında buldu. Çiçekler iç içe sarmaş dolaştılar. Öbek öbek sarmışlardı her tarafı, mis gibi kokularıyla dillerini güneşe uzatarak solumaktaydılar. Çeşit çeşit arılar, böcekler, çiçekler arasında dolaşıyorlardı. Bir Pazar yeri kalabalığı gibiydi çiçeklerin arası. Toprağın, otların dalları, çiçeklerin yaprakları renk renk çiçek tozlarıyla bezenmişti. Kehribar Kafkas bal arıları ayaklarına doladıkları çiçeklerin poleniyle benek benek, rengarenklerdi. Karıncacık çiçek tozlarının kokusuyla sarhoş oldu sanki. Kimi tanıdıklarıyla merhabalaştı, kimileriyle uzun uzun söyleşti. İçi sevinç doluydu. Doğayı ve yeşillikleri ne de çok seviyordu. Her şey sevecen, hiç kimse kimseye bağırıp çağırmıyor, herkes işiyle ilgileniyordu. Tanıdıklarıyla sohbet ede ede dere kenarına kadar varmıştı. Yorulduğu için yeni filiz süren çiğdemin yaprağı gölgesinde uzanıp yorgunluk giderdi. Düşlere daldı. O kadar güzel düşlerdi ki inanası gelmiyordu. Bir ara gök yüzündeki beyaz bulutların üstünde sevdikleriyle koşup oynadı. Halay çekti. Saklambaç oynadı. Bir iki kurbağanın deredeki suya “cılp” diye atlamalarıyla daldığı düşten uyandı. Çevresine bakındı. Çiçeklerden hayli uzaklaşmıştı. Kimi kurbağalar geniş yapraklı otlar arasında pusuya yatmışlardı, otların arasında dillerini uzatmış, sinekleri yakalamaya çalışıyorlardı. Oldum olası fırsatçılara kızıyordu karıncacık… Kurbağalar kimi akrabalarını da öyle yakalamışlardı. Bir var ki çabuk farkına varmıştı. Yoksa kendisinin de yakalandığı gün olurdu. Annesi her fırsatta kurbağalardan uzak durmasını tembihlemişti zaman zaman. Hemen çabucak kalktı yattığı yerden. Saatine baktı. Geç kalmaması için, kertenkele ile buluşması gerektiği yere hızlı hızlı yürüdü. Durağa vardı. Biraz sonra kertenkele de çıka geldi. Nefes nefeseydi. Rengi küle kesmişti. Karıncacık: “Ne oldu? Nefes nefese kalmışsın?” deyince. Kertenkele: “Hiç sorma az daha karga beni kapıyordu. Çok korktum. Sana söz vermeseydim. Belki de sonum olurdu. Durup saatime bakarken duyduğum seslerle fark ettim. Karganın beni yakalamak istediğini!..” dedi. Karıncacık: “Geçmiş olsun, üzüldüm şimdi.” dedi. Kertenkele: “Hiç sorma, az daha kargaya postu deldirecektik. Ama boş ver üzülmene gerek yok artık. Bak buradayım işte. Haydi atla, bir an önce gidelim buradan,” dedi. İkisi birden hızlıca ayrıldılar çayırdan. Gün batmak üzereydi. İhtiyar serçe halen ağacın dalları arasında karıncacığı bekliyordu. Karıncacık ihtiyar serçeye seslenerek: “Geç kaldım annem merak içindedir. Yarın gelir uzun uzun söyleşiriz,” deyince. İhtiyar serçe: “Tamam anlaştık. Anneni bekletmen doğru olmaz. Annene selamımı söylemeyi unutma. Ha karıncacık söyle annen de bir gün bana misafirliğe gelsin.” Karıncacık: “Tamam söylerim. Hoşça kal, kendine iyi bak.” dedi. Karıncacığın annesi kapıda kendisini bekliyordu. Koşarak annesinin boynuna sarıldı. Taki Akkuş

15 Şubat 2008 Cuma

Kınalı Kuzu

Kırlardaki çiçeklerin arasında küçük kınalı kuzu hoplaya zıplaya oynuyordu. Beyaz tüyleri pırıl pırıl; iki gözünün çevresinde siyah siyah beneklerle şirin mi şirin küçük bir kuzu. Kulaklarından birisi siyah birisi de mor, çenesinin altında kulaklarının tam hizasında iki tane küpesi sallanmaktaydı. Başını oynatınca küpeleri bir o yana bir bu yana sallanıp duruyorlardı. Zaman zaman otların arasındaki çiçekleri koklarken küpelere dokunan uzun otlarla gıdıklandığı için hoplayıp zıplayarak dolaşıyordu. Oraya buraya hoplaya zıplaya koşarken iyice yorulmuş ve susamıştı. Birden aşağıdaki dereyi gördü. Deredeki su şırıl şırıl akmaktaydı. Suyun kıyısında çiçekler renk renk dillerini güneşe uzatmış solumaktalardı. Kınalı Kuzu bir solukta dereye vardı. Bir anda şaşırdı. Çiçekler arasındaki kelebeklere, arılara ve vızıldayarak uçuşan sineklere hayranlıkla baktı. Derenin karşı kıyısında Zıp Zıp kurbağa "vırak vırak" sesiyle Kınalı Kuzu’yla konuşmaya başladı. “Hey yabancı hoş geldin. Kimsin sen. Tek başına buralarda dolaşmaktan korkmuyor musun?” Kınalı kuzu; “hoş bulduk akıllım neden korkacak mışım? Bu güzelim havada, çiçekler arasında hiç korkulur mu? Çok susadım, biraz su içtikten sonra seninle biraz sohbet edelim olur mu?” Zıp Zıp kurbağa; “Senle ne sohbet edeceğim ki, sen benim sorduklarıma yanıt verebilecek misin bakalım?” “Her şeyi bilecek değilim ya akıllım. Ben yeni yeni öğrenmeye başladım. Bilmediklerimi senden öğrenirim. Senin bilmediklerini de başkalarından öğrenirim. Bekle biraz, suyumu bir içeyim. Susuzluktan ağzım dilim kurudu.” Rahatlıkla su içebileceği bir yer aradı kınalı kuzu. Aaa o da ne küçücük bir gölette su döne döne akıyordu. Gölcük çevresindeki çiçeklerin görüntüsü suda yansıyordu. Manzara o kadar güzeldi ki, Kınalı Kuzu suya doğru eğilirken, birden geriye doğru zıpladı. Suyun içinde kendisine tıpa tıp benzeyen biri vardı. Heyecanla başını yavaş yavaş uzatıp yeniden baktı. Suyun içindeki kuzuda başını yavaş yavaş uzatıp Kınalı Kuzu’ya bakıyordu. Kınalı Kuzu cesaretini toplayarak biraz daha yaklaştı. Suya yaklaşınca suyun içindeki kuzuda ona yaklaşıyordu. Zıp Zıp kurbağada kahkahalarla gülerek Kınalı kuzu’ya bakıyordu. Daha fazla dayanamayarak: -Bak gördün mü birde korkmam diyordun. Kendinden bile korkmaya başladın kınalı. Kınalı Kuzu; -Ben kendimden değil, suyun içindeki bana tıpa tıp benzeyenden irkildim birden. İrkilmek korku mu peki. -Elbette akıllım insan korktuğundan irkilir. Sen de çok acemisin biliyor musun? Suyun içinde gördüğün sensin sen Kınalı. -Aaaaaa! Ben miyim. O da nasıl oluyor öyle ben buradayım, suyun içinde ne işim var. -Bak akıllım suyun kıyısındaki çiçeklere güllere bak; onlarda suyun içinde baş aşağı duruyorlar, tıpkı senin gibi onların görüntüsü de suya yansımış. Şimdi beni iyice izle de bak, diyerek zıpladığı gibi “cılp” daldı suyun içine. Su o kadar temizdi ki Zıp Zıp kurbağanın suya dalmasıyla dalgacıklar oluştu. Biraz suyun içinden yüzdükten sonra, suyun yüzeyine çıkıp Kınalı Kuzu’ya; -Korkmana gerek yok suyu içebilirsin rahatlıkla. Bak benden başka kimsecikler yok içinde. -Teşekkür ederim, dedi, Kınalı Kuzu. Kınalı Kuzu yinede korkuyordu. Ne olur ne olmaz diyerek suya çekine çekine yaklaştı. İki ön ayağını yana açarak başını suya doğru uzattı. Dudakları buz gibi soğuk suya dokunur dokunmaz zıplayarak geri çekti. -Zıp Zıp Kurbağa; ne oldu yine, neden zıpladın. -Ne yapayım akıllım su çok soğuk, dişlerim sızladı. Küpelerimde ıslanınca çekilmek zorunda kaldım. -İyi haydi suyunu iç korkmana gerek yok. Bizim buraların suları çok temizdir. Başka yerin suyuna benzemez bizim sularımız. -Biliyorum akıllım renginden belli. Temiz olmasaydı böyle pırıl pırıl akar mıydı? Bu güzelim çiçekler arasında akan suyun kirli olması mümkün mü? -Bizim her şeyimiz böyledir. Yiyeceklerimiz de içeceğimiz su gibi tertemizdir. Bak çevrendeki otların tazeliğine hiçbir yerde böylesine güzel ot ve çiçekler göremezsin. Haydi suyunu iç de seninle biraz dolaşalım ne dersin. Sana yeni yeni yerler göstereceğim. Yazı-yabanda tek başına dolanman doğru değil. -Neden yalnız dolaşmam doğru değil. Benim bilmediğim bir şeyler mi var buralarda? -Olmaz olur mu akıllım. Elbette var. Kimi yaratıklar sana zarar verebilir. -Aaaaa! Neden benim kime kötülüğüm dokundu ki. Ben kendi başıma oynuyorum. -Orası öyle de, sen yine de benim dediklerime dikkat et, en kısa zamanda annenin yanına dönsen iyi edersin. Buralar pek tekin değil. Kurtlar var, çakallar var, seni kapıp götürürler sonra. -İnanmam, neden kapıp götürsünler ki beni. Ben onların hiç işine yaramam ki. -Haydi haydi suyunu iç bakalım. Bunları sonra konuşuruz. Kınalı Kuzu, birden annesini anımsadı. Annesini ne kadar da çok özlemişti. Nerdeyse ağlayacaktı. Bir anda neşesi kayboldu. Kulakları yana sarktı. Hüzünlü gözlerle Zıp Zıp kurbağaya baktı. -Ne oldu? Neden üzüldün birden, istemeyerek yanlış bir şey mi söyledim. Eğer seni kırdıysam özür dilerim, dedi, Zıp Zıp kurbağa. -Yook birden annem aklıma geldi de ona üzüldüm. Bilsen annemi ne tadar özlediğimi, o zaman bana hak verirdin. -Üzülmene gerek yok. Akşama görürsün anneni nasıl olsa. -Karşıdaki yamacın verevinde bir sürü otlanmaktaydı. Koyunların boynundaki çan ve keleklerin sesi ile kavalın ezgisini duydular. Kınalı Kuzu kavalın sesiyle sürüden yana baktı. Yerinden zıplayarak bağırdı. -Bak annem de onların arasındadır. Haydi bana eyvallah diyerek hoplaya zıplaya sürüye doğru koşmaya başladı. Zıp Zıp kurbağa ardından bağırdıysa da duymadı. -Heyyy! Kınalı onlar başkaları annen onların arasında değil geri dön. Ama Kınalı Kuzu olanca gücüyle sürüye doğru koşuyordu.

6 Şubat 2008 Çarşamba

Üç Arkadaşın Hikayesi

Bugün seni özledim sevgili aynacık. Hemen akşam olsun istedim. Çünkü benim için hazırladığın güzel masalları özlemiştim. Çağırdım çağırdım, gelmedin. Şöyler misin, masallar hep gece olunca mı okunmalı? Ve aynacık ay gökyüzüne çıkar-çıkmaz, soluğu padişah kızı’nın yanında almış. Masalı anlatmaya başlamadan önce ona şunları söylemiş: Masallar gecenin karanlığında yaşar. Hem uyumadan önce anlatılsın ki güzel rüyalar göresin. Haydi şimdi dinlemeye başla… Baratis adındaki bir ülkede kış mevsimi çok uzun geçermiş. Öyle soğuk olurmuş ki; ilkbahar hiç gelmeyecek sanılırmış. Artık insanlar soğuk gecelerden sıkılırlarmış. Dua ederlermiş. Sıcak günlerin gelmesini isterlermiş. Bahar gelir-gelmez de insanlar kendilerini sokağa atarlarmuş. Kırlarda gezintiye çıkarlar, çiçek toplarlarmış. Çocuklar bütün kış boyunca dışarıda oynauamadıkları oyunların tadını doya doya çıkarırlarmış. Kışın donan nehirler, gürül gürül aköaya başlarmış. Boyunlarını büken ağaçlar gökyüzüne doğru uzanırlarmış. Yani ilkbahar tüm güzelliğiyle gelirmiş insanların arasına. İşte bu ülkede uzun kış mevsiminin ardından bu güzel baharlardan birisi çıkagelmiş. Çoluk-çocuk insanlar kendilerini sokaklara atmışlar. Bu insanlar arasında üç tane can-ciğer arkadaş varmış. Bunlar da tabîatın tadını çıkarmak için yemyeşil dağlara tırmanmaya başlamışlar. Konuşa konuşa yürüyorlar, ağır ağır ormanın derinliklerine dalıyorlarmış. Bir süre sonra yorgunluk hisseden bu üç arkadaş kocaman bir çam ağacının gölgesine oturmuşlar. Az ileride usulca akan bir derenin şırıltısını duyuyorlarmış. Bahar yeli yaprakları hafif hafif sarsıyormuş. Bu üç arkadaş sohbet ederken, birisinin eline çiviye benzer bir şey batmış. Elini kanatan şeyi merak eden adam toprağı sıvazlarken birden demir bir kapak yerinden oynamış İyice meraklanan adam kapağın altında ne olduğunu öğrenmek istemiş ve kapağı kaldırmış. Bir de ne görsünler, içeriye doğru uzanan karanlık mı karanlık daracık bir yol çıkmış ortaya. Önce ürkmüşler karanlıktan. İçeri girmekten çekinmilşer. Fakat bir cesaret gelivermiş üzerlerine başlamışlar yürümeye. Yirmi adım ancak yürümüşler, birden jarşılarına üç adam boyunda bir kapı çıkmış. Korkarak itmişler kapıyı. Bu kapı, büyük bir odaya açılıyormuş. Üç arkadaş hayretler içinde kalmışlar. Sanki odanın içinde güneşten bir parça varmış. Parıl parıl parlıyormuş oda. Çil çil altınlar, küme küme duruyorlarmış yerlerde. Yakutlar, elmaslar, inciler… Çılgına dönen adamlar öücevherlerin içine atmışlar kendilerini. “Zengin olduk, zengin olduk” diye bağırıyorlarmış. Bir süre sonra yorulmuşlar ve bir köşeye oturmuşlar. Birisi; - Bu mücevherleri nasıl taşıyacağız, diye sormuş. Diğeri ibir fikir atmış ortaya: - Ben şehre gideyim. Siz burada bekleyin. Atları alıp hemen dönerim. Sonra da hep beraber yola koyuluruz. Bu fikir kabul edilmiş. İkisi beklemeye başlamışlar, üçüncüsü şehre doğru yola çıkmış. Giderken aklına öyle kötü düşünceler girmiş ki; arkadaşlarını öldürmeye karar vermiş. Şöyle düşünmüş: - Neden o kadar parayı üçe böleyim ki? Paranın tamamı benim olabilir. Bu düşünceden bir türlü vazgeçemiyormuş. Eve varınca karısına; - Artık çok zengin olacağız, demiş. Hemen tencereler dolusu yemek hazırla. Arkadaşlarım acıkmıştır. Onlara götüreceğim. Ben çarşıya gidiyorum, almam gerekenler var. Adam evden çıkmış, tanıdığı ne kadar kişi varsa bir bir ziyaret etmiş. Atlarını bir süre için ödünç almış. Eve dönerken kuvvetli bir zehir satın almayı da unutmamış. Heyecanla eve gelmiş, karısının yemekleri hazırladığını görünce daha bir heyecan kaplamış yüreğini. Karısı görmeden cebindeki zehiri çıkarmış, yemeklere koyup bir güzel karıştırmış. Daha fazla zaman kaybetmeden yemekleri yanına almış ve atlarla yola çıkmış. Giderken de düşüncelere dalmış: - Şimdi arkadaşlarım ne çok meraklanmışlardır. Pek de acıkmışlardır. Kimbilir nasıl da yiyecekler bu lezzetli yemekleri. Ben de onları seyredeceğim. Yaşasın hazinenin tamamı benim olacak. İkisini de öldüreceğim. Fakat hazinenin yanında kalan iki arkadaşı da boş durmamışlar. Onların da akıllarında kötü düşünceler gezinmekteymiş. Aralarında şöyle konuşmuşlar: - Gelir-gelmez onu öldürmeliyiz. Neden hazineyi üçe bölelim ki? İkiye böleriz daha çok paramız olur. Heyecanla bekliyorlarmış. Biri kapının sağ köşesine, diğeri kapının sol köşesine yerleşmiş. Saatler geçmiş aradan ve nihayet atların nal seslerini duymuşlar. Adam da arkadaşlarına seslene seslene geliyormuş: - Ben geldim. Güzel güzel yemekler getirdim size. İçeriden sevinç çığlıkları yükselmiş, fakat yerlerinden kımışdamamışlar: - Hoşgeldin, sevgili dostumuz. Gözümüz yollarda kaldı. Nerelerdeydin? Bizi merakta bırakman hiç doğru değil. Adam yavaş yavaş odaya doğru yürümüş. Tam kapının ağzına gelmiş ki; ikisi birden adamın üzerine atlamışlar. Bir çırpıda öldürüvermişler arkadaşlarını. Hiç de üzülmemişler bunu yaptıkları için. Güle-oynaya yemekleri önlerine çekmişler. Başlamışlar afiyetle yemeye. Fakat pek kısa bir aradan sonra zehir etkisini göstermiş. İkisi de ne olduğunu anlayamadan son nefeslerini vermişler. Böylece hazineye üçü de sahib olamamış. Açgözlülükleri yüzünden hazinenin tamamını kaybetmişler. Paylaşmanın ne kadar güzel, insanları sevmenin ne kadar yüce bir duygu olduğunu hiçbir zaman öğrenemedikleri için canlarından olmuşlar. Bu hayatta paradan güzel öyle çok şey var ki Naz Ferniba

3 Şubat 2008 Pazar

Şehir Faresi İle Köy Faresi

Çok eskiden tarla faresi ile şehir faresi arkadaş olmuş. İkisi birbirlerini çok severmiş. Aralarında güzel bir dostluk kurulmuş. Şehir faresi sık sık tarla faresini ziyaret edermiş. Birlikte kırlarda güle oynaya vakit geçirirlermiş. Diledikleri kadar koşar, zıplar, yuvarlanırlarmış... Bir gün şehir faresi arkadaşını yemeğe davet etmiş. -Bu akşam bize gel. Sana güzel bir sofra hazırlayayım. Azıcık miden bayram etsin, demiş. Bu davete tarla faresi çok sevinmiş. Yiyeceği yemeklerin hayalini kurmaya başlamış. Bütün gece rüyasında peynirler, tatlılar, pastalar görmüş. Bu arada şehir faresinin evinde bir telaş bir telaş... Çeşit çeşit yiyecekler, pastalar hazırlanmış. Bütün gün koşturup durmuş. Akşam tarla faresi kalkıp gelmiş. Bakmış, masanın üzeri çeşit çeşit yiyeceklerle dolu. Masada hiçbir şey eksik değilmiş. Hemen sofraya oturmuşlar. Ziyafet neşeli başlamış. Tarla faresi önce pastadan bir lokma alacakmış. Tam çatalını uzatmış, dışarıdan sesler gelmiş. Şehir faresi hemen deliğine kaçmış. Ardından da tarla faresi kendini zor atmış deliğe. Korkudan kalpleri küt küt atıyormuş. Tarla faresi sormuş: -Evin kedisi olabilir mi? Şehir faresi cevap vermiş: -Sanırım onun gürültüsüydü. Yeniden sofraya oturmuşlar. Ama artık neşeleri kaçmış, tedirgin olmuşlar. Tarla faresi bu kez çatalını böreğe uzatmış. Tam lokmayı ağzına atacakmış, yine sesler işitmişler.Apar topar ikisi de kendilerini deliğe atmış. Yüzleri korkudan sapsarı olmuş. Korkudan tir tir titriyorlarmış. Tarla faresi sormuş: -Evin hanımı olabilir mi? Şehir faresi cevaplamış: -Belki odur bilemem. Sesler kesilince delikten çıkmışlar. Şehir faresi: -Kusura bakma. Bazen böyle şeyler oluyor. Haydi yemeğimize devam edelim, demiş. Tarla faresi: -Bu kadar yeter! Korku içinde yemek istemem, demiş. Yarın sen bana gel. Kuru ekmek yeriz belki ama kimse de bizi korkutamaz.